HİZMETKÂRIN FENDİ EFENDİYİ Mİ YENDİ?

Eray Erkoca

*Dikkat Spoiler İçerir! 

2018 yılını Yorgos Lanthimos’un The Favourite ve Alfonso Cuarón’un Roma filmi başta olmak üzere son derece başarılı filmler ile tamamladıktan sonra, bu yazımda güç ve iktidar ilişkileri, emek ve sömürü, bencillik ve narsisizm gibi sinema tarihinin izleyiciyi zaman zaman düşündüren, bazen sinirlendiren, kısmen de eğlendiren temaları üzerine düşünmeye karar verdim. Zirâ ne The Favourite güç ve iktidar ilişkisini ele alan ne de Roma emek ve sömürü mevzularına ışık tutan ilk yapımlar. Sinema tarihinin en sevdiğim filmleri arasında tereddütsüz sayabileceğim, Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı başyapıtı All About Eve, hâlihazırda şöhret arzusu, bencillik ve narsisizm konularına eğilirken, güç ve iktidar ilişkilerini ihmâl etmiyordu. Öte taraftan komünizm suçlaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri’ni terk edip Büyük Britanya’ya yerleşen Joseph Losey’nin 1963 yapımı filmi The Servant, çoktandır izleyicinin dikkatini İngiliz toplumunda değişen sınıf ilişkilerine, güç ve iktidar meselesine çekiyordu. Gözde Abigail rolü ile izlediğimiz Emma Stone ise The Favourite’ı “daha komik ve daha seksi bir All About Eve” olarak tanımlarken, zaten iki film arasındaki bağlantıyı kurmuştu. Ben bu yazımda, bu benzerlik üzerinden hareket ederek yukarıda sıraladığım temalara ışık tutmaya çalışırken, Hegel’in efendi - köle diyalektiğini göz önünde bulundurarak, okuyucularıma dünya sinemasının “hizmetçi” konulu çeşitli filmleri üzerine düşünmeyi öneriyorum.



All About Eve: Margo Channing ve Eve Harrington karşı karşıya

The Favourite Kraliçe Anne’i bir taraftan İngiltere ve Fransa arasındaki bitmek bilmez savaşlar, öte taraftan parlementonun iki siyasi partisi arasında sıkışıp kalmış, hastalıklardan başını alamayan sorunlu bir kadın olarak resmederken, All About Eve’de Bette Davis’i, ünlü aktris Margo Channing rolünde izliyoruz. Kraliçe Anne iktidara karnını Lady Sarah’nın ilgisi ile doyururken, Margo Channing iktidarını sahnede aldığı alkışlar ile tatmin ediyor. Her ikisi de, Hegel’i dikkate alırsak, kendi öz bilincini bir başka öz bilincin varlığını tanımak koşulu ile oluşturuyor. Bu tabloda Kraliçe Anne, öncesinde Lady Sarah’ı, sonrasında Abigail’i “hizmetkâr” olarak konumlandırırken, Margo Channing, Eve Harrington’ın hayatına girmesi ile iktidarına iktidar katıyor. Eve’in kendisini büyük bir “Margo Channing hayranı” olarak tanıttığı sahnelerde, Rob Reiner’ın 1990 yapımı korku-gerilim filmi Misery’i düşünmeden edemedim. All About Eve ile Misery’nin ne alakası var diye soran okuyucularıma, iki filmin de ünlü bir şahsiyete duyulan takıntılı hayranlık fikri ile yola konduğunu hatırlatmak isterim (Aynı mevzuya Michel Hazanavicius’ın 2011 yapımı filmi The Artist’de de denk geliyoruz). Misery’de ünlü bir yazar olan Paul Sheldon’ın, hayranı Annie Wilkes tarafından nasıl alt edildiğini (Katy Bates müthiş bir iş çıkarıyor), şöhret sahibinin (ya da tabiri caiz, “efendinin”) egoistik fantazisini (ya kölenin fendi efendiyi yenerse?) ve “hayran” kimliğinin sınıfsal karakterini seyrederken, All About Eve’de şöhretin gizli çekiciliğine, bencillik ile narsisizmin nasıl toplumsallaştığına tanık oluyoruz (Şöhret arzusunun ve iktidar hırsının insana neler yaptırabileceğini Bette Davis’in ve Joan Crawford’ın baş rollerinde yer aldığı, Robert Aldrich’in 1962 yapımı filmi What Ever Happened to Baby Jane de işlemişti). Nasıl geçmişte Eve, Margo’nun elbiseleri içinde kendisini hayal ettiğiyse pek çokları daha kendisini bugün Margo Channing’in, yarın Eve Harrington’ın elbisesi içinde hayal edecektir (Filmin son sahnesini hatırlayalım: Eve’in evine zorla giren bir hayranı, Eve’in elbisesini ayna karşısında prova ediyor. Ayna öyle bir ayna ki kadının yansımasını çoğaltıyor. Film bizi aynaya yansıyan Eve’ler ile yolcu ediyor. Ah, dışarıda nice Eve’ler var…). Bu bağlamda Eve’in elbisesi fetiş objesi hâline gelirken, şöhret ise iktidar kavramının pabuçlarını giyiyor diyebilirim (Fame is new Power!). Misery’nin sonunda, Annie’nin ölümü ile Paul Sheldon sınıfsal konumunu restore ediyor, All About Eve’in sonunda Eve karakteri toplumsallaşıyor, The Favourite’ın sonunda ise Kraliçe Anne iktidarını yeniden inşa ediyor.



All About Eve: Eve’in elbisesi bir hayranı tarafından ayna karşısında prova ediliyor

Ernst Kantorowicz’in ortaçağ siyaset teolojisini incelerken teorize ettiği Kralın İki Bedeni ayrımını, The Favourite ve Kraliçe Anne kapsamında düşünmeyi anlamlı buluyorum. Kantorowicz’e göre kral ölümlü insan bedeni ve ölümsüz aşkın bedeni olmak üzere iki bedene sahip. Ölümlü insan bedeni her türlü kusura ev sahipliği yaparken, ölümsüz aşkın bedeni ise meşruiyetini tanrıdan alır. İşte tam da bu nedendendir ki kral öldüğünde kraliyet devam eder. Kralın insan bedeni ölmüş olabilir ancak aşkın bedeni bir başka tekerkin vücudunda yaşamaya devam edecektir. Kontorowicz’in iki beden arasında çizdiği bu ayrımın, The Favourite’da bedenen düşkün resmedilen Kraliçe Anne’in iktidarını anlamakta son derece yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Hayatı boyunca türlü hastalıklar ile mücadele eden Anne’in, nasıl kraliçe kimliğini sürdürebildiğini siz değerli okuyucalarım merak ediyor olabilirsiniz. Kraliçe Anne, özel hayatında Lady Sarah’a ve Abigail’e en mahrem yerini, kusurlarla dolu ölümlü insan vücudunu teşhir ederken, kamusal alanda ölümsüz aşkın vücudunu giyiniyor. Bu kamusal alanda Kraliçe’ye temas etmek bile suç teşkil ediyor çünkü kraliçe meşruiyetini her şeyden önce tanrıdan alıyor ve bedenen kutsal sayılıyor. Filmin fragmanlarından bir tanesinin kostümlere ve peruklara ayrılmış olması boşuna değil. Bu peruklar ve kostümler Kraliçe Anne’in aşkın vücudunun sembolik inşasını sağlıyor diyebilirim. En azından bu sembolik inşaya önemli ölçüde katkı sağlıyor. Türlü entrikaların ve güç ilişkilerinin döndüğü özel hayatında ise Kraliçe Anne’in gözdelerinden gördüğü ilgiden başka iktidar kaynağı yok. Filmin son sahnesinde, yaptığı tercihlerden ötürü pişmanlık duyan Kraliçe Anne (filmin sonlarına doğru iktidar hırsı ile “sarhoş” olan manipülatif Abigail’e daha çok gıcık oluyor, açık sözlü mağdur Lady Sarah’ya ise sempati beslemeye başlıyoruz) hizmetkârı karşısında aşınan iktidarını restore etmek için Abigail’e bacaklarını ovduruyor. Tabiri caiz ise Abigail’e haddini bildiriyor. Kısacası, The Favourite’da hizmetkârın fendi efendiyi yenemiyor çünkü efendi meşruiyetini tanrıdan alıyor. Son tahlilde, Lanthimos kara mizahın olanaklarını sonuna kadar kullanıyor, alt - yüksek / geniş -dar açı ve balık gözü kullandığı kamerayı güç ve iktidar ilişkilerini irdelemek adına ustalıkla enstrümanlaştırıyor ve yılın en keyifli filmlerinden birine imzasını atıyor.



The Favourite: Abigail ve Kraliçe Anne

Efendi- manipülatif hizmetkâr diyalektiği üzerine bir tartışma başlatıp da The Servant’ı es geçmek fevkâlade ayıp kaçar. Rebecca Dyer'a göre, nasıl Shakespeare’in ünlü oyunu The Tempest’ın yabani karakteri Caliban sömürge -sonrası mücadelenin bir zaferi ise, The Servant’ın kâhyası Barrett da işçi sınıfının bir zaferidir. Bu noktada Ruhun Fenomenolojisi kitabı ile felsefe tarihindeki yerini sağlamlaştıran Hegel’in efendi - köle diyalektiği üzerine tartışmak istiyorum. Hegel’e göre öz bilincin ilk aşaması efendi – köle diyalektiğidir. Benliğimizin yansımasını bir başkasında gördüğümüzde ölesiye rahatsız olur ve bu “öteki” ile bir tarafın tahakkümüyle sonuçlanacak bir mücadeleye gireriz. Bu mücadele kimliğimizin oluşmasındaki ilk adımdır. Bu mücadeleden ya efendi olarak ya da köle olarak çıkarız. Efendinin bağımsız bilinci yalnızca kendisi için varlık teşkil ederken, kölenin bağımlı bilinci yalnızca yaşamak ya da efendinin öz bilincinin varlığını tanımak için vardır. The Servant’da James Fox’un canlandırdığı aristokrat Tony karakteri efendi olarak varlığını tanımlarken, Dirk Bogarde’ın ustaca hayat verdiği Barrett karakterini hizmetkâr olarak izliyoruz. Filmin pek çok sahnesinde Tony ve Barrett’ı duvarda asılı duran ayna aracılığı ile seyretmemiz ise, efendi – köle diyalektiğinin merkezinde olan müşterek farkındalığı ve öz bilincin inşasını seyirciye hissettiriyor.



The Servant: Tony ve Barrett ayna karşısında

The Servant İngiliz toplumundaki değişen sınıf ilişkilerini dikkate alıyor diyorum çünkü sosyal değişimin önemli sonuçlarından biri olarak mekânın değişimi, İngiliz toplumundaki sınıf ilişkilerini yeniden yapılandırıyor. 1971- 1975 yılları arasında İngiliz televizyonunda yayın hayatını sürdürmüş olan Upstairs, Downstairs ya da 2010 – 2015 yılları arasında Birleşik Krallık’ta bir hit olmuş olan Downton Abbey gibi dizilerin resmettiği üzere, İngiltere’de mekân geleneksel olarak üst katın eşrafı ile alt katın hizmetkârları olmak üzere, taşrada malikâne yapısı içinde düzenlenir. Apartıman hayatı öncesinde sınıflar arası hiyerarşi mekânın konfigürasyonu üzerinden temsil edilirken, bitişik nizam Viktoryen evin hayata girmesi ile Tony ve Barrett aynı katta ikâmet etmek durumunda kalıyorlar (Apartıman filmleri üzerine bir yazı yazmayı planlıyorum tabii. Zirâ Roman Polanski’nin 1968 yapımı harikulade filmi Rosemary’s Baby tam olarak apartıman hayatının korkutuculuğuna değiniyordu). Mêkan politikası merceğinden baktığımda, The Servant’da efendi – hizmetkâr diyalektiğine ilk darbeyi, şehirleşmenin bir sonucu olan apartımanın ya da İngiltere’ye özgü bitişik nizam Viktoryen evin hayata girmesi vururken, Hegel’e geri dönecek ve Marx’ı da ıskalamayacak olursam, Barrett’ın kendi emek gücüne yabancılaşmaması ikinci darbeyi vuruyor.  



The Servant: Tony ve Barrett 

Hegel’de mütalaaını bir üründe ölümsüzleştiren köle nasıl zamanla öz bilincinin farkına varır, amiyane tâbir ile “ben ne imişim yahu,” der ve kendi emek gücünün efendisi olursa,  Marx’da emek gücünü cüzi bir meblağa satan işçi, kendi emek gücüne ve öz bilincine yabancılaşacak ve mâkineleşecektir (Charlie Chaplin’in 1936 yapımı klasik filmi Modern Times’ı hatırlayınız. Bir fabrika işçisini canlandıran Chaplin’in eli, âdeta makinenin bir parçası gibi otomotikleşir ve işçi kendi bedeni üzerindeki kontrolünü dahi kaybeder). Zirâ işçi emek gücünü satarak “kendi kendinin efendisi olmak” durumunu yitirecektir. Bu tansiyonun yabancılaşma ayağına Chaplin’de tanık olduğumuz gibi, James Ivory’nin 1993 yapımı enfes filmi The Remains of the Day’de de tanık oluruz. Filmde Anthony Hopkins’in usta bir oyunculuk çıkararak hayat verdiği kâhya Stevens karakteri, sınıf pozisyonunu efendisi Lord Darlington (Tesadüf ki, Lord Darlington karakterini yine The Servant’da Tony’e can vermiş olan James Fox canlandırır) üzerinden devşirirken, kendi düşüncelerine yabancılaşır. Hegel’in iddia ettiği gibi, öz bilincini efendisinin varlığı üzerinden tanımlayan, Marx’ın deyimi ile sınıf bilincinin ise asla farkına varamayan Stevens’ın düşüncelerine Lord Darlington’ın düşünceleri yön verecek, hatta Stevens düşünmeyi reddedecektir. Ta ki Lord Darlington Nazismi desteklemekle büyük hata edip hatasının sonuçlarına katlanana kadar… Öz bilincini yeniden yapılandırmak ihtiyacında olan Stevens, çareyi yeni efendisi Lewis’in düşüncelerine sığınmakta bulacaktır. Tam da bu nedenle, The Remains of the Day muhteşem bir film olmakla birlikte, ihtilalci potansiyeli olan bir film değildir. Oysa The Servant’da Tony gittikçe acizleşir ve hizmetkârına bağımlı hâle gelirken, Barrett emek gücünün farkına varacak ve Hegel’in efendi – köle diyalektiğinin kırılma noktası olan kölenin “kendi kendinin efendisi olması” durumunu deneyimleyecektir. Hatta bir sahnede evin gerçek mimarı olmaktan dem vuracaktır. Barrett yalnızca “kendi kendinin efendisi” olmakla kalmayacak, Tony ile rolleri değiştirecek ve Tony’nin de efendisi olacaktır. Her ne kadar bendeniz The Favourite’da Abigail’e gıcık olduğum kadar The Servant’da Barrett’a gıcık olmuş olsam da, The Favourite’daki devrimci potansiyele müdahale eden Tanrı buyruğu (hatırlarsanız filmin sonunda Abigail’e haddini bildirmiştik), The Servant’a karışamıyor ve filmde hizmetkârın fendi efendiyi yeniyor, nasıl Caliban sömürge - sonrası mücadelenin bir zaferi ise Barrett da işçi sınıfının bir zaferi oluyor.



The Remains of the Day: Mr Stevens ve Miss Kenton

Son tâhlilde, efendi – hizmetkâr diyalektiğine yer açıp devrimci potansiyelini yitirmemiş iki filmden daha söz etmek istiyorum. Bir tanesi Claude Chabrol’ün 1995 yapımı leziz filmi La Cérémonie, diğeri ise Chan-wook Park’ın Amerikan sinemasından fevkâlade etkilendiğini ve batı seyircisine oynadığını düşündüğüm 2016 yapımı filmi The Handmaiden. Hem The Servant'a hem de The Handmaiden'a hâkim olan homoerotisizm yalnızca bir cinsellik biçimi olarak değil, aynı zamanda sınıflar arası bir sınır ihlâli olarak kavramsallaştırılmalıdır iddiasında bulunduktan sonra, La Cérémonie’i henüz görmemiş olan Isabelle Huppert hayranı okurlarımın merakını celp edip The Handmaiden’ın adını anmış olmakla kalayım. Bir de her iki filmde de hizmetkârın fendi efendiyi yeniyor diyeyim de yazımı başlığına yaraşır bir son ile bitirmiş olayım.

Yorumlar

Popüler Yayınlar