NEDEN "MILDRED PIERCE" BİR İNGİLİZ FİLMİ OLAMAZ?

Eray Erkoca

*Dikkat Spoiler İçerir!

Michael Curtiz’in 1945 yapımı filmi Mildred Pierce, Joan Crawford’a yegâne en iyi kadın oyuncu Oscar heykelciğini kazandırmasının yanı sıra, Film Noir türünün en önemli örneklerinden biri olarak sinema tarihindeki yerini alır. Bir Joan Crawford hayranı olarak Mildred Pierce’i izlemeyi bu kadar ertelememin nedenini, Kariye Müzesi’ni ziyaret etmemi sürekli ertelemiş olmam ile aşağı yukarı aynı görüyorum. Nasıl olsa Kariye Müzesi bir gün ziyaret edilecek, nasıl olsa Mildred Pierce bir gün izlenecekti. Neden öncesinde daha küçük çapta müzeler gezilmesin, Joan Crawford’ı henüz Joan Crawford yapmamış daha küçük yapımlar izlenmesindi? Sonunda Mildred Pierce’ı izledim ve film hakkında birkaç satır yazmak için kolları sıvadım.


Mildred Pierce’ta Joan Crawford’a bir kez daha hayran kalmamak mümkün değil ancak film benim için bir Joan Crawford şöleninden öteye gidiyor ve dönemin Amerikan iş, aile, özel yaşamı hakkında pek çok söz dile getiriyor. Tabii bu sözler Film Noir türünün belirleyici unsurlarından olan, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumundaki yozlaşma ve suçun görünür kılınması ile uyumlu olsa da bana kalırsa, Mildred Pierce karamsar bir sonla bitmiyor çünkü hukuk filmin sonunda Amerikan idealinin temsilcisi olan çalışkan bir iş kadını ve aynı zamanda Amerikan çekirdek ailesinin özverili annesi olan Mildred’ın yanında saf tutuyor. Film, Mildred’ın temsil ettiği değerleri överek bitiyor ve seyirciye nasıl olması gerektiği konusunda vaazda bulunuyor. Sam Mendes’in 1999 yapımı filmi American Beauty, her ne kadar orta sınıf Amerikan ailesinin yoz halini yapısal sebeplere dayandırıyorsa da Mildred Pierce bu yozlaşmışlığı Mildred’ı ilaheleştirerek, diğer karakterlerin zaaflarına atfediyor. Sonuç olarak günümüzde de görülen Amerikan toplumunda suçun kişiselleşmesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Özellikle 70’li yıllardan sonra ağır bir şekilde şirketleşen Amerikan toplumu, tabiri caiz ise ötekileştirdiği çalışanlarını “işten kovuyor.” Fakirlik yapısal sebeplere değil de bireylerin yetersizliğine atfediliyor, suç ise ya ırksallaştırılıyor ya psikolojikleştiriliyor ve kişiselleştiriliyor. Mildred Pierce’ta övülen değerler, Amerikan ideal kadını şemsiyesi altında toplanırken, yerilen suçlar Mildred’ın kızı Veda’nın (ki Veda Mildred’ın diğer kızı Kay’den taban tabana zıt resmedilerek, Veda’nın zaafları doğallaştırılıyor ve toplumsal bağından koparılıyor) kişisel zaaflarından ya da kalburüstü bir aileden gelen; şanı, şöhreti ve ismi olmasına rağmen yükselen burjuva sınıfı karşısında parasızlaşan Mildred’ın ikinci kocası Monte Beragon’ın erdemsizliğinden mütevellit temsil ediliyor.



Mildred Pierce: Veda ve Kay babalarıyla yüzmeye gitmeden hemen önce 

Gelgelelim, neden Mildred Pierce bir İngiliz filmi olamaz diyorum? Bunu Veda Mildred’a “garsonluktan gelip zengin oldun da bir lady mi oldun?” diye sorduğunda düşünmeye başladım. Film bize, Mildred’ın aslında bir lady olabildiğini kanıtlarken, filmin çekildiği 1945 yıllarında İngiltere gibi sınıflı bir toplumun sinemasında Mildred’ın asla bir lady olamayacağını düşünüyorum. Bu noktada, alakasız görünse de Robert Zemeckis’in 1994 yapımı filmi Forrest Gump ve Mildred Pierce bana yakın görünüyor. Bir yandan Forrest Gump, geri zekâlı Forrest’ın bile Amerikan sistemi içerisinde zengin olabileceğini vaat edip Vietnam savaşı karşıtı Jenny’nin ise AIDS ile cezalandırıldığını dolaylı anlatırken, öte yandan Mildred Pierce Mildred’ın orta-sınıf bir aileden gelmesine ve garsonluk yapmasına rağmen, Amerika’da zengin bir lady olabileceğini vaaz ediyor. İkisi de kısacası Amerikan rüyasını yaşıyorlar. 


Kıta Avrupa’sında durum nasıl peki? Paralılaşan Burjuva sınıfı ve parasızlaşan aristokrat sınıfı ya da yüksek kültür ve popüler kültür ikilikleri üzerinden düğündüğüm zaman, aklıma Luchino Visconti’nin 1963 yapımı muhteşem filmi Il Gattopardo geliyor. Filmde Burt Lancaster’ın karakteri Prens Don Fabrizio Salina, gözden düşmüş, ismi, şanı, ve şöhreti olmasına rağmen, parası olmayan (Tıpkı Mildred Pierce’taki Monte Beragon karakteri gibi) bir aristokrat olarak karşımıza çıkıyor. Visconti, Alain Delon’un hayat verdiği Tancredi’yi, Prens Salina’nın tam karşısına konumlandırıyor ve ikisi arasındaki yaş ve karakter farkını enstrümanlaştırarak, toplumsal değişimi vurguluyor, eski aristokrat sınıfını ölmekte olan bir leopara benzetiyor. Her ne kadar filmin başlarında Prens Salina, yeni düzene ve onun temsilcisi, sonradan zenginleşmiş bir valinin kızı olan Angelica Sedara’ya hayranlık duysa da filmin sonunda Prens hem bedenen ölümü hem de sınıfsal ölümü kabulleniyor ve eski ile yeninin uzlaştırılamaz olduğunu anlıyor. Tancredi’nin Angelica ile beklenen evliliği ise yeni neslin burjuva değerleri ile olan evliliğini temsil ediyor. Visconti film boyunca sosyal değişime temkinli yaklaşıyor ve paranın satın alamayacağı bir takım şeylerin varlığını vurguluyor. Bunu yaparken, vali Don Calogero Sedara ve kızı Angelica ile alay etmekten geri durmuyor, Vali’nin Prens Salina’nın evini ziyarete geldiğinde giydiği frakı alaya alırken, Angelica’nın yemek sırasında Tancredi’nin müstehcen esprisine kahkaha atmasını masadakilerin ayıplayan bakışları altında eziyor. Her ne kadar Visconti muhafazakârlık ile suçlanmış, işçi sınıfına filmde yer vermediğinden dolayı eleştirilmişse de (onu da başkası yapsın demek istiyorum. Her hikâyede maalesef her şeye yer veremiyorsunuz) Il Gattopardo müthiş sosyal gözlemleri olan, kıta Avrupası’nın önemli sorunlarından birine dokunan bir film olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.



Il Gattopardo: Prens Salina ve Angelica'nın meşhur dans sahnesi

Peki şimdi neden Il Gattopardo ile yazının arasına girdiğimi açıklayayım. Il Gattopardo’da Visconti (ki kendisi de aristokrat kökenli bir yönetmendir), bir takım değerlerin ve erdemlerin para ile satın alınamayacağını gözler önüne sererken, Mildred Pierce Monte’yi adi, Mildred’ı ilahe olarak resmederek, bu değerlerin sınıfsal olmadığına vurgu yapıyor. Bu bağlamda Fransızlar La classe est une affaire innée (sınıf içseldir) diyorlar. Aristokrasi’nin devrimle yok edildiği, cumhuriyet değerlerinin hâlâ ülkenin en önemli değerlerini teşkil ettiği Fransa için son derece anlaşılır bir söz. Toplumu “sınıfsızlaştırmak” ve “özgürleştirmek” için Amerika’da olduğu gibi Fransa’da da sınıfsal değerler içselleştiriliyor, doğallaştırılıyor. Suç işlediyseniz o suç içinizden geliyor olsa gerek! Bunun örneklerini bazı Fransız filmlerinde görmek mümkün. 


Pek çok yerde İngilizler ile Amerikalıları aynı dili konuşuyor olmanın yakınlaştırmadığını vurgularım. Bu son paragrafta da iki toplum arasındaki farkı vurgulamak adına sinemayı kullanmak ve şöyle bir oyun oynamak isterim: Mildred Pierce bir İngiliz filmi olsaydı nasıl olurdu? Neler farklı olurdu? Kesin böyle olurdu demiyorum elbette ancak az çok İngiliz edebiyatı ve İngiliz sineması ile vakit geçiren bir insan olarak bir tahayyülde bulunmak istiyor ve biraz da durumu karikatürize ederek ufak çaplı bir güldürü öneriyorum. Mildred Pierce bir İngiliz filmi olsa idi, pek çok kayda değer İngiliz hikâyesi gibi Viktorya döneminde geçiyor olurdu. Bir yandan yükselen burjuva sınıfı Londra’da cirit atarken, öte yandan parasızlaşan aristokrat sınıfı sayfiyedeki malikânelerine çekiliyor olurdu. Mildred tam bu zamanlarda sayfiyede restoran açmak istese zengin olamayacağından, muhtemelen Londra’da bir restoran açar ve zengin olurdu. Bir kere İngiliz cemaatinde zengin ve başarılı bir anne olarak değil, dul ve ikinci sınıf zevkleri olan burjuva bir kadın olarak anılırdı. Anakronistik düşünürsem filmde Maggie Smith rol alsa muhtemelen Mildred’ın ikinci sınıf zevkleri ile epey alay eden bir kontesi canlandırırdı (bu arada Maggie Smith demişken aklıma geldi: Downton Abbey televizyon dizisinde Maggie Smith’in canlandırdığı kontes karakteri ile sinemanın devlerinden Shirley Maclaine’in hayat verdiği zengin Amerikalı dünür karakteri arasında geçen diyologlar en komik hâliyle İngiliz-Amerikalı gerilimini seyirciye aktarır). Mildred’ın kızı ile sorunları ise Veda’nın yoz doğasından değil de burjuva ailesinin yapısal problemlerinden kaynaklanıyor olurdu. Mildred’ın bir lord olarak karşımıza çıkacak Monte Beragon ile evliliğini bitiren ise aralarındaki aşılmaz sınıf farkı olurdu. Tutun ki İngiliz versiyonumuzun sonunda Curtiz’in Mildred Pierce’ında olduğu gibi Monte ile Veda’yı sarmaş dolaş gördük, İngiliz versiyonumuzun sonunda Monte’yi “çapkın lord idir ne yapsa yeri idir,” diye düşünürüz de Veda’nın türlü baştan çıkarmalarını "işte alt sınıflarda da ne ararsan var, ensest mi dersin, pedofili mi dersin, artık ne dersin," diye izleriz. Yahut "bak işte sosyal tırmanıcı oldu, ne olduğunu şaşırdı," diye de izleyebiliriz. Kısacası, Mildred Pierce Mildred Pierce olmazdı İngiltere’de. Mildred’a sosyal basamakları tırmanma hakkı veren (ya da o ilüzyonu yaratan diyelim) Amerikan sinemasıdır. 



  
         

Yorumlar

Popüler Yayınlar