VAMPİRLER YILLARDIR FRENGİ Mİ BULAŞTIRIYOR?
Eray Erkoca
*Dikkat Spoiler İçerir!
Her canavar hikâyesi “ötekinin” temsili üzerinden ahlâkî bir öğretide bulunur. Kelt cadıları, Danimarka’nın denizcilere aryalar söyleyen deniz kızları, Orta Avrupa’nın perileri, İskoçya’nın Lochness canavarı, İrlanda’nın leprechaun’u ve bizim coğrafya’nın alkarısı yalnızca memleketlerin sözlü ve yazılı kültürünü zenginleştiren hikâyelere ilham vermekten ibaret değil, aynı zamanda birtakım kültür gruplarının toplumsal düzenini etkileyen, bazen değiştiren, her zaman sürdüren ahlâk öğretilerinin sembolik memurlarıdırlar da. Avrupa efsanelerinin bazı kimseleri topluma örnek teşkil edecek kahramanlar iken, bazıları zıt kahraman olarak topluma nasıl olmamaları gerektiğini öğütler yahut “karanlığı” temsil ederek “aydınlığın” varlığını hisettirirler. Bu yazıda hem edebiyat çevrelerine hem de sinema sektörüne fevkalade ilham olmuş vampirler üzerine düşünmeye karar vermemin nedeni, hem geçtiğimiz haftalarda pek sevdiğim yönetmen Neil Jordan’ın 1994 yapımı popüler filmi Interview with the Vampir: The Vampire Chronicles’ı görmüş olmam hem de daha geçen gün Ray Danton’ın Türkiye’de geçen üçüncü gömlek vampir filmi Young Hannah, the Queen of the Vampires’ı izlemiş olmamdır (B-Movie kategorisine girebilecek filmleri sık sık izliyor, okuyucularıma da tavsiye ediyorum. Mâlumunuz, kitsch olan pek çok şey üzerine düşünmekte fayda var).
Okuyucularımın da
bildiği üzere vampir hikâyelerinin Göbeklitepe’si Transilvanya, ilk yerleşiği
ise Kont Dracula’dır. İrlandalı yazar Bram Stoker’ın leziz kaleminden
okuduğumuz Dracula romanı, Viktorya döneminin katı ahlâk
anlayışını bütün korkutuculuğu ile resmediyor. Bir taraftan Stoker gotik korku
türünün kremasının kremasını örnekliyor, öte taraftan beni Viktorya döneminin
üç penny’lik korku hikâyeleri üzerine düşündürtüyor. Mary
Shelley’nin biraz daha erken tarihli muhteşem romanı Frankenstein; or
The Modern Prometheus’ının, İskoç yazar Robert Louis Stevenson’ın 1886
tarihli romanı Strange Case of Dr Jekyll and Mr Hyde’ının ya da
İrlandalı yazar Bram Stoker’ın 1897 tarihli romanı Dracula’nın aynı
yüzyıl içinde yayımlanmış olması rastlantı değil. Bu hikâyelerin hepsi endüstri
devrimi sonucunda esaslı değişimler geçiren bir toplumda yaşayan modern
insanların peri masalları, Lochness efsaneleri, veya Kelt mitleridir.
Bir film bloğunda
yazmakta olduğumdan, sinemanın vampirleri üzerine konuşmayı faydalı buluyorum.
Herhâlde, sinemanın en popüler vampirlerinden biri Kont Dracula’nın amcazadesi
F.W. Murnau’nun Kont Orlok’udur. Murnau’nun 1922 yapımı filmi Nosferatu Birinci
Dünya Savaşı ertesine hâkim olan boğucu ve karamsar atmosferi dışavuran Alman
ekspresyonizminin klasiklerinden biri kabul edilir. Bir taraftan Robert
Wiene’nin 1920 yapımı filmi Das Cabinet des Dr. Caligari’de olduğu
kadar olmasa da ekspresyonizmin sürreal dekorları, çarpık şekillerı, ve boğucu
atmosferi Nosferatu’ya hâkim olurken, öte taraftan film Stoker
geleneğini sürdürerek gerçek aşk karşısında var olamayan, asosyal vampir Kont
Orlok’ı resmeder. Kont Orlok tıpkı Dracula yahut gotik edebiyatın çağdaş
kraliçesi Anne Rice’ın Lestat’ı gibi çokeşli cinsel bir sapkındır. Hani
Türkçe’mizde “içi dışına vurmuş” derler ya; ne Max Schreck ne Gary Oldman ne de
Tom Cruise çokeşli cinsel sapkın olduğundan (hepsi evlilik kurumu ile en az bir
kez tanıştılar zirâ), bu pek kıymetli aktörleri vampir kılmak pahalı bir makyaj
faturasına mal olmuş olsa gerek diye düşünüyorum. Zirâ vampir dediğiniz eh
biraz çirkin olsundu. Hoş şimdilerde True Blood gibi dizilerde
vampirleri çirkin değil, aksine yakışıklı delikanlılar olarak izliyoruz. Bu
neyi ima ediyor? Bu soruya cevap zannediyorum ki başka bir yazının konusu, o
nedenle biz öcü vampirleri ele alalım. Şimdiki vampirler vejeteryan olduğundan
öcülüklerini yitirmiş olabilir. Dracula’ya dönecek olursak Viktorya döneminin
öcü pratiklerinin hepsi vampir bedeninde vücut bulmuştur. Tanrıya başkaldırı mı
istersiniz, çokeşlilik mi? Cinsel olarak aktif, arzulu kadın mı, yoksa
homoerotizm mi istersiniz? Kraliçe Viktorya’nın “allah korusun” dediği her şey
vampir vücuduna işlenmiştir. Bu yüzden vampirler ya haç ile kovalanmalıdır ya
da gerçek aşk karşısında buharlaşmalıdır. En iyisi vampirler ölsünler!
Nosferatu: Kont Orlok
Londra’ya giden bir gemide
“İnsan sosyal bir canlıdır,” diye boşuna yakarmıyor hiss-i selim. İnsanı insan yapan empatidir, sosyalleşebilmek becerisidir mesajını Frankenstein en mükemmel hâliyle zaten vaaz ediyordu. Frankenstein’ın canavarı toplumdan kabul görmediği için canavarlaşıyor bile diyebiliriz. İngilizce’yi Shakespeare ve Milton (Paradise Lost’un faşist eğilimleri üzerine düşünmekte fayda var) okuyarak öğrenen Doktor Frankenstein’ın canavarını kültür bile insan yapmaya yetmiyor. Zaten Canavar hiçbir zaman bir isme bile sahip olmuyor. Bu durum insanlaşmak ve isim sahibi olmak üzerine düşündürtüyor. Peki “iyi” olmak? Asla. Mektum vakit yardım ettiği aile tarafından reddedilen Canavar nihâyet canavarlaşıyor ve cinayet işlemeye başlıyor. İyilik yap denize at! Bu sefer yaratıcısından bir gelin isteyen, tekeşliliğin onu insanlaştıracağına inanan Canavar, yaratıcısı tarafından reddedildiğinde daha da canavarlaşacak, yaratıcısına başkaldıracak ve yaratıcısını lanetleyecektir (Curse you! Curse you creator! diye haykırdığı satırlar ne de güzeldir). Dracula’nın iyi eğitim almış olmasına, Canavar’ın İngiliz dilini Shakespeare’den öğrenmesine rağmen, yani insanın insan tarafına ait olan kültür matahından nebze almalarına rağmen insanlaşamamaları ya kültürün, çok kıymetli bir arkadaşımın iddia ettiği üzere insanın hayatta kalma mekanizmasına yani hayvansı doğasına ait olduğuna delalettir ya da beden-akıl geriliminin gotik edebiyattaki tartışmasıdır. Velev ki, her vampir hikâyesi bir kayıp ile başlar. Bram Stoker’s Dracula’da Kont hayatının aşkını kaybeder, Interview with the Vampire’da Louis nişanlısını. Sebeb-i mevcudiyeti’ni yitiren, hayatının aşkını kaybeden Dracula, nişanlısını kaybeden Louis, arzuladığı geline asla kavuşamayan Canavar insansı bütün özelliklerini yitirir. Interview with the Vampire’da Antonio Banderas’ın hayat verdiği vampir Armand karakterini haç öldürmez de müsahiplikten mahrum olma durumu öldürecektir (Unutmayın ki Yalnızca Âşıklar Hayatta Kalır!).
Vampirler üzerine düşündüğüm yazımda vampirizm ve kapitalizm ilişkisine de değinmeden geçemeyeceğim tabii. Karl Marx der ki: Sermaye, yaşayan emek gücünü bir vampir gibi emerek hayatta kalan ölü bir emek gücüdür (Capital is dead labour, which, vampire-like, lives only by sucking living labour). Interview with the Vampire’da ne Louis’nin çiflik sahibi olması ne de çiftliğinde çalışan melez hizmetçinin kanını emmesi rastlantıdır. Seyirci olarak ırkçı emek sömürüsünün en grotesk hâline şahit oluruz. Köle - efendi ikiliği üzerinden düşünecek olursak vampir her zaman efendidir. Tesadüf bu ki Dracula’da ise kontumuz kana susamış bir derebeyidir.
Ayrıca vampir
meselesinin muhtevasında bulunan homoerotizmi bir kenara bırakırsak (ki Interview
with the Vampire’da bu durum âlenen teşhir edilmiyor, ancak
hissettiriliyor) Interview with the Vampire’da çiçek gibi açan
mevzulardan bir tanesi de çocukluk durumudur. Hâlihazırda Jean-Claude Lauzon’un
iki yıl evvelki 1992 yapımı filmi Léolo modern ulus devletin
masum çocuk mitini yerle yeksan etmiş idi, Interview with the Vampire’da
ise Kirsten Dunst’ın mükemmel bir oyun çıkararak hayat verdiği Claudia
karakteri bu mite adeta ölümcül darbeyi vuruyor. Filmde Lestat, Louis ile olan
müsahipliğini taçlandırmak için küçük bir kız çocuğu olan Claudia’yı vampire
dönüştürüyor ve Claudia’yı ailelerine katıyor. Sonsuza kadar çocuk kalmak ile
lanetlenen Claudia asi ve gaddar bir Peter Pan rolünü giyiniyor ve yaratıcısına
başkaldırıp Lestat’ı öldürmeye teşebbüs ediyor. Her ne kadar sonrasında daha
kıdemli vampirler tarafından cezalandırılacak olsa da Claudia hem babasına
başkaldırması bakımından hem de akabinde Louis ile yaşadığı ilişkinin
sapkınlığı dolayısıyla (Neil Jordan yine âlenen teşhir etmeden ensesti ve
pedofiliyi ima ediyor) saf ve temiz çocuk mitini âdeta havan yağmuruna tutuyor
(Parantez açayım, çocukların saf, temiz ve masum olduğuna inanmak şöyle dursun,
çocukların acımasız olabildiğine sık sık şahit oluyorum).
Interview
with the Vampire: Soldan sağa Claudia, Louis ve Lestat
Vampir hikâyelerindeki cinsel sapkınlık temasının sürekliliği bana vampir öpücüğü ile lanetlenen kişinin aslında cinsel hastalık kapmış olma ihtimalini düşündürtüyor. Frengi, biliyorsunuz, Viktorya dönemi İngiltere’sinde, hatta çok daha öncesinde (Shakespeare’in frengi kapmış olduğu yönünde dedikodular vardır), en yaygın görülen cinsel yolla bulaşan hastalıklardan biridir. Vampirlerin yıllarca frengi bulaştırmış olma ihtimali güçleniyor tabii ancak vampirler yıllardır frengi mi bulaştırıyor sorusuna cevabın Bram Stoker’s Dracula’ya yakın mercekli bir bakışı zorunlu kıldığı düşüncesindeyim. Filmde Stoker’ın anlattığı Dracula’yı görürüz. Uzun saçlı ve bıyıklı, âdeta İsa’yı andıran Dracula, tekeşliliğinin yegâne sebebini, gerçek aşkını yitirdikten sonra Tanrı’ya başkaldırır ve lanetlenip vampire dönüşür. Vampirliği kan temasını ve çokeşliliği, yüzyılların yaşlandırdığı bedeni ise artık bir arzu nesnesi olmamasını işaret eder. Jonathan Harker (Keanu Reeves) isimli bir avukat bir gün Dracula’nın şatosuna gayrimenkul işi sebebiyle geldiğinde Dracula Harker’ın nişanlısının resmini görür ve yıllar önce kaybettiği aşkının dünyaya yeniden gelmiş olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalır. Harker’ı Monica Belluci ve diğer iki vampirella ile şatosuna hapseden Dracula gerçek aşkının peşinden Londra’ya gidecek ve bu uğurda cinayetler işlemekten geri durmayacaktır. Avrupa’nın bir diğer ucunda, Londra’da Harker’ın nişanlısı Mina (Winona Ryder), Viktorya İngiltere’sinin ideal kadınıdır. Tekeşli ve sadık bir İngiliz hanımefendisi olan Mina, Londra’da nişanlısını beklemektedir. Tezatlar âhlakî öğreti içerir, Mina’nın da en yakın arkadaşı Lucy (Sadie Frost), Kraliçe Viktorya’nın tam da suratına tüküreceği bir kadındır. Cinsel olarak aktif ve arzulu bir kadın olan Lucy Arabian Nights okumaktadır. Bu nokta önemlidir çünkü Doğu ile yeni yeni tanışan İngiltere’nin Doğu ile ilgili cinsel fantazilerini yansıtır. “Hafif” kadın Lucy, Dracula’nın öpücüğünü ilk tadan olacak ve lanetlenip vampire dönüşecektir. Lucy, çokeşliliğin ve cinsel açlığın neticesinde frengi kapar da denilebilir. Lucy’nin malikânelerinin bahçesinde kurt kılığındaki Dracula ile cinsel ilişkiye girmesi üzerine Avrupa’dan ünlü vampirbilimci Profesör Abraham Van Helsing (Anthony Hopkins) İngiltere’ye çağırılır (Abraham isminin dini anlamına dikkat çekerim). Van Helsing’in üniversitede ders verdiği sahnede ise profesörün frengi ve kan ile bulaşan hastalıklar üzerine yaptığı konuşmayı dinleriz. Frengi ya da vampir ancak ve ancak haç ile yani Hıristiyanlığın yeniden inşası ile durdurulabilecektir. Sarımsak ise mevzunun çeşnisi…
Peki Coppola filmin
neresinde hikâyeyi alttan üstten sağdan soldan bükerek yeni ahlâkî öğretilerde
bulunuyor? Filmin ilerleyen sahnelerinde, Lucy’nin hunharca öldürüldüğü
sahneden sonra, saf ve temiz Mina’nın değiştiğini görüyoruz. Nasıl Angela
Carter’ın mükemmel kısa hikâyesinden Neil Jordan’ın 1984 yılında uyarladığı The Company of
Wolves, Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesinin erotik muhtevasını ortaya
çıkarıyor, Güzel’in artık Çirkin’in yemi olmadığının, aksine Kırmızı Başlıklı
Kız'ın cinsel olarak edilgen değil, etken olduğunun altını çiziyor ise Coppola
da Mina’nın Dracula ile seviştiği sahnede Mina’nın masum bir hanımefendi değil,
cinsel olarak aktif bir kadın olduğunu vurguluyor. Dracula ise cinsel hastalık
sahibi olan bir “öteki” olmasına rağmen, filmin bu sahnelerinde kabul görüyor ve
âdeta insanlaşıyor. Peki neden Bram Stoker’s Dracula filmin
sonunda bu devrimci kapasitesini yitiriyor ve muhafazakâr bir sonla bitiyor
diyorum?
Bram Stoker’s
Dracula: Mina ve Kont Dracula
Filmin sonunda Guillermo del Toro’nun 2017 yapımı filmi The Shape of Water’da zaten bir “öteki” olan dilsiz Elisa’nın canavara dönüşmesi gibi, Mina canavara dönüşüp ötekileşmiyor, aksine dönemin katı ahlâk kuralları içerisine hapsoluyor. Gerçek aşkı bulan, tekeşliliği restore eden Dracula ise şatosunun içindeki şapelde, büyük bir haçın altında lanetten arınıyor ve İsa görünümüne geri dönüyor. Tekeşlilik ve Hıristiyanlık frengiyi yeniyor ve Dracula huzur içinde can veriyor. Bu sonda Coppola The Shape of Water’ın yapabildiğini yapamıyor, hikâyenin açtığı ihtilalci kapıyı seyircinin üstüne kapatıyor ve filmi muhafazakâr bir sonla bitiriyor. The Shape of Water’da öteki ne kadar yüceltiliyorsa, Bram Stoker’s Dracula’da o kadar insanlaştırılmaya çalışılıyor. Ha frengi yeniliyor mu? Yeniliyor!
Yorumlar
Yorum Gönder