ROMA'DAN JÜPİTER'E UZAY YOLU MACERASI

Eray Erkoca

*Dikkat Spoiler İçerir!

Yolculuk hikâyelerini severim. Yolculuk muğlak bir süreç. Adeta bir cadı kazanı. Yolculuk bir arayış, varış, buluş, bazen beklediğini bulmayış, bazen bulduğunu beğenmeyiş. Homeros’un Odysseia destanından bu yana yolculuk hikâyeleri bir takım değerlerin tartıldığı, tartışıldığı, bazen rota dışına savrulduğu liminal alanlar açan düşünsel ziyâfetler… Bu yazımda yolculuk hikâyelerine odaklanmak istememin nedenlerinden bir tanesi, son zamanlarda bu konuda çok fazla film izlemiş olmam, bir diğeri ise İstanbul Film Festivali. Henüz Marc Didden’in 1985 yapımı filmi Istanbul’u izlemiştim ki kendime bir sonraki yazımı neden yolculuk üzerine yazmıyorum diye sordum. Mâlum, İstanbul Film Festivali de yaklaşıyordu ve bu yılın onur yönetmeni, çok değerli bir arkadaşımın deyişiyle ölümü ile insanlık suçu işlemiş olan Stanley Kubrick idi. Yolculuk hikâyesi denince, Kubrick’in 1968 yapımı muhteşem filmi 2001: A Space Odyssey’i atlamak olmazdı. O nedenle bu yazımda başka bir takım yolculuk konulu filmlere değinmekle birlikte, 2001 üzerine tartışacağım. Bu zorlu bir iş olacak tabii. Zirâ efsane şu ki, 2001 Türkiye’de 1974 yılında ilk kez vizyona girdiğinde, Kelebek gazetesi filmi doğru açıklayabilene zamanın parası ile 10 bin Türk lirası ödül vereceğini duyurmuş. Ben doğrusunu yanlışını bilemem. Ben bu yazımda 2001’den ben ne anladım, onu haber vereceğim.



 Stanley Kubrick ve Keir Dullea 2001: A Space Odyssey’in setinde 

Yolculuk filmleri üzerine düşünmeye başladığım zamanlar tam da Fatih Akın’ın 2000 yapımı pek sevimli filmi Im Juli’yi ya da bu yıl Roma ile adından söz ettirmiş olan Alfonso Cuarón’un (2001'den bahsetmişken) 2001 yapımı filmi Y Tu Mamá También’i gördüğüm zamanlara denk gelir (Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in 1982 yapımı filmi Yol'u da yâd etmiş olalım). Roma’yı ne kadar sevmiş isem, Y Tu Mamá También beni o kadar hayal kırıklığına uğratmıştır herhalde. Film iki yeniyetme delikanlının kendilerinden yaşça büyük bir kadınla çıktıkları yolculuğu anlatıyor. Yiğidi öldür hakkını yeme, Cuarón filmin sonuna kadar ustaca bir iş çıkarıyor. Biçimsel olarak filmin lezzetine diyeceğim yok ancak filmin sonunda Cuarón, hevesle açtığı devrimci kapıyı seyircinin suratına adeta çarpıyor. Filmde yolculuk boyunca arkadaşlık tartılıyor, cinsellik tartışılıyor, ahlâki değerler sınanıyor fakat filmin sonunda homoerotik bir deneyim yaşayan Tenoch ve Julio, seneler sonra yalnızca bir kez görüşmek üzere ayrılıyor, filmin şuh kadını, oğlanların bu yolculuğa çıkmalarına ve akabinde belli başlı ahlâki öğretileri çiğnemelerine neden olan Luisa ise kansere yenilip ölüyor. Cuarón’un muhafazakâr olduğunu iddia etmiyorum tabii fakat Roma’da devam ettirdiği su götürmez gerçekçiliğin, Y Tu Mamá También’e hâkim olan ihtilalci ruhu kirlettiğini düşünüyorum. Galiba ben, izlediğim filmlerde saf gerçekçilikten ziyade umudu tercih ediyorum. Gerçeğin en grotesk hâline ise her gün dışarıya adım attığımda maruz kalıyorum zaten. Sanatın bir kapı aralamasını seviyorum. Bir kaçış yolu sunmasına bayılıyorum. Cuarón neyse ki Y Tu Mamá También’de yapamadığını, 2006 yapımı distopik filmi Children of Men’de yapıyor. Günümüz sinemasında fedakârlık temasının hızla erozyona uğradığını, yerini bencillik ve narsisizmin aldığını hesaba katarsak, filmin sonunda Theo’nun Kee’yi ve bebeğini kurtarmak için kendisini feda etmesi tam da aradığım umut kapısını aralıyor diyebilirim. W. J. T. Mitchell’in terminolojisini benimsersem, Children of Men ikon kırıcılığın konforuna sığınmadan, politik bir eleştiride bulunuyor derim. Ya da yüzyılın önemli Amerikan düşünürlerinden Hilary Putnam’ın postmodernizm eleştirisini göz önünde bulundurursam, Children of Men yapıcı olmayan bir yapı bozumunun sorumsuzluk olduğunu iddia ediyor ve yarattığı distopik dünyadan kurtuluşun ancak fedakârlık ile mümkün olacağını öğütlüyor da diyebilirim.



Y Tu Mamá También: Tenoch, Julio ve Luisa yollarda

Alfonso Cuarón’dan bahsetmişken şunu da söylemek istiyorum ki bazı Meksika’lı sinema eleştirmenlerinin yazıp çizdiğinin aksine, Roma’nın orta sınıf bir ailede yetişmiş olan Cuarón’un günah çıkarması olduğuna katılmıyor, sınıflararası bir uzlaşı öğretisi olduğu yorumunu kabul edilemez buluyorum. Pek çok konu üzerine konuşmaktan keyif aldığım bir arkadaşımla hem fikiriz ki Roma her şeyden önce, sınıfsal sömürüyü “çalışacaksın ulan,” “ye bakalım kırbacı,” “itaat et köle,” hâli babında karikatürize etmeden, Meksika’da sınıfın ve etnik kimliğin aşılmaz duvarlarını en gerçekçi şekliyle resmediyor. Nitekim, deniz kenarındaki ikonik sahnenin akabinde, çocuklardan biri Cleo’dan “sıcak süt” istiyor ve ona ait olduğu yeri hatırlatıyor. Cleo’nun evin hanımı Sofía ile olan ilişkisi ise solcu güruhun onaylamayan bakışları ile karşılanmış olsa gerek. Zirâ birçok sol sinema, kapitalist sömürüyü ve sınıf mücadelesini karikatürize etmeye meyilli. Oysa Roma’da, Cleo kendi ait olduğu sınıfın bir üyesi olan Fermín tarafından aşağılanıyor. Sofía ise Cleo ile olan samimi ilişkisinde çalışanının problemlerini dinleyen, izzet ikram ona kol kanat geren, el uzatan (bu el yukarıdan uzanır) ve yeri geldiğinde onu azarlayan sorumlu bir işverenden öteye gitmiyor. Nihâyetinde, Sofía’nın Cleo’ya kanıtlamak mecburiyetinde olduğu tek şey vicdanı. Fermín ise alt sınıfın kendi içindeki tansiyonu yansıtıyor, sınıfsal iktidarsızlığını Cleo üzerinde kurduğu maskülen iktidar ile avutuyor. Son tahlilde Cuarón, Sofía ve Cleo arasındaki işçi-işveren ilişkisini “samimi sömürü” olarak kavramsallaştırırken, ikisinin ortak "kadın" deneyimini ise sınıfsallaştırıyor. 



Roma: Cleo ve yanında çalıştığı aile televizyon seyrediyor

Roma üzerine açtığım parantezi bir paragraf olarak kapattıktan sonra (sınıf ve emek üzerine ileride yazacağım bir yazıda Roma’dan detaylıca bahsedecektim oysa ki), artık 2001’e dönmek istiyorum. Kubrick izleyiciyi filmin ilk dakikalarında maymunlar çağına davet ediyor. Doğa kanunlarının yürürlükte olduğu bu çağda, bir maymun topluluğu diğeri ile bir su birikintisi üzerine kavga ediyor. Ev sahibi maymun topluluğumuz su birikintisini diğer topluluğa kaptırdıktan sonra, bir sabah gözlerini ulu orta yerde duran yekpare bir siyah taşa açıyor (monolith). Merak duygusu ile tanışan maymun topluluğumuz medeniyetin timsali monolit ile temas ettikten sonra, içlerinden bir tanesi bir kemik parçası sayesinde keşfettiği alet kullanımını hısmına öğretiyor, böylece ilk cinayet silahının önü açılıyor. Arka planda doğmakta olan Güneş var. Nietzsche’yi dikkate alırsak hissin tanrısı Dionysos’a karşı, aklın ve aydınlanmanın tanrısı Apollon’un zaferi yakın. Medeniyetten nasibini almamış barbar maymunlarımız ise deplasmanda bu kez mağlup oluyor, ilk cinayet silahı ilk kurbanını alıyor, su birikintisi üzerinde kurulan iktidar ise kol gücü olana değil, teknolojisi olana geçiyor. Devir medeniyetin devri. Devir teknoloji devri. İlk cinayet silahı yerini daha “medeni” silahlara, bilgisayarlara ve uzay gemilerine bırakırken, Kubrick bizi şakkadanak 2001 yılına ışınlıyor. Ne yazık ki Kubrick, yine aynı değerli arkadaşımın deyişi ile son kıyağı Eyes Wide Shut’ı sinema tarihine kazandırdıktan sonra, 2001 yılını göremeden, 7 Mart 1999’da hayata gözlerini yumar. Kubrick’in dünya atmosferini ya da Pan American World Airways’in 1991 tarihli iflasını tahayyül edememesini hariç tutarsak, 2001 sinematografinin, görsel efektin, prodüksiyon dizaynının kremasının kremasını örnekliyor desem abartmış olmam. Hatta 2001 sinema tarihinin en muhteşem filmleri arasına giriyor desem yine abartmış olmam. Hatta 2001 sinema tarihinin en felsefi filmleri arasındaki sarsılmaz yerini alıyor desem hiç abartmış olmam. 


2001 yılındayız. Maymunlar insana evrilmiş. İnsanlık çağ atlamış. Medeniyet dediğin hâlâ tek dişi kalmış canavar mı tartışılır ama zaten Darwin evrimin hep daha iyiye gideceğini katiyen iddia etmiyordu. Ay’da bir işler var. Rus astronotların yalancısıyım, Ay’da bir salgın var.  Dr. Floyd ile tanışıyoruz. Ay’daki gizli toplantıya katılmak üzere yola çıkıyor. Salgın söylentisi Ay’daki bir takım yöneticiler tarafından ortaya atılmış ki henüz keşfedilmiş olanın üstü örtülsün. Zirâ toplumsal bir kargaşa etkisi yaratabilecek bir buluş ile karşı karşıyayız. Milyonlarca yıl sonra monolitimiz Ay’da ortaya çıkıyor. Güneş ışığı ile cilveleşen monolit Jüpiter semalarına sinyal gönderiyor. Derken, Jüpiter’e doğru yola çıkan bir uzay gemisinin içinde buluyoruz kendimizi. Geminin kontrolünde üstün zekâlı bilgisayar Hal 9000 var.



 2001: A Space Odyssey

2001’i bir taraftan Nietzsche’nin übermensch kavramı, öte taraftan Sufi felsefesi üzerinden okuyorum ben. Sufi felsefesi de ne alaka demeyin öyle. Benzerlikleri sıraladığım zaman şaşıracaksınız. Tabii Kubrick’in Sufizm’den etkilenmiş olması pek olası değil ancak 2001: A Space Odyssey de İranlı Sufi şair Ferîdüddîn-i Attâr’ın Mantıku’t Tayr’ı da kozmik bir yolculuğun, mistik bir arayışın hikâyesi. Dick Davis’i zikretmeden Sufizm üzerine düşünmek ayıp kaçar. Davis’e göre Sufizm hem resmi İslam’a ters düştüğünden hem de gerekli ruhanî eğitim tamamlanmadan kavranamayacağından ezoterik bir inanç sistemi olarak düşünülür. Sufizm zaman zaman farklı anlaşılmış ve uygulanmışsa da kabaca Sufizm’i anlatmak mümkün. İnanışa göre yalnızca Allah gerçekten var. Diğer her şey ya ondan sızmış ya da onun gölgesi. İlah katında doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün bir anlamı yok çünkü Allah yalnızca birliği bilir. İnsan ruhu maddi dünya ile ilişkisini koparıp iç dünyasına dönmedikçe ne Allah ile olan temessülünün farkına varabilir ne de ruhunun kapana kısıldığı insan bedeninden kurtulabilir. Allah’ın zarafeti ile yönlendirilen insan ruhu ancak o zaman Allah’ta yok olacak ve onda var olacaktır. Mantıku’t Tayr bu bağlamda Sufizm öğretisinin göz alıcı bir alegorisini sunuyor. Şiir her biri farklı insan özelliklerini temsil eden çeşitli türdeki kuşların kralları anka kuşunu arayışlarını epikleştiriyor. Dr. Dave ve mürettabatı nasıl uygarlığı değiştirebilecek muktedirde olan monolitin Jüpiter semalarına gönderdiği sinyali anlamlandırmak ve zeki bir yaşam formu bulmak umuduyla (ki Dave bu gizli görevin amacını ancak Hal’i etkisiz hâle getirdikten sonra öğreniyor) bir yolculuğa çıkıyor ise Attâr’ın kuşları da kendilerinden daha zeki bir yaşam formu olan anka kuşunu aramaya çıkıyorlar. Allah’a giden Sufi yolu temsil eden Attâr’ın Mantıku’t Tayr’ı, yalnızca yolculuk ve arayış temaları bakımından 2001’e benzemiyor. Aynı zamanda hem Attâr’ın kuşları hem de Kubrick’in Dr. Dave’i, vardıkları nihâi istikamette kendi yansımalarını buluyorlar. Attâr’ın kuşları, kralları anka kuşunu bulmak ümidiyle çıktıkları bu yolculukta kendi yansımalarını bulurken, Dr. Dave olası bir paralel evrene, düzmece Fransız mobilyaları ile döşenmiş bir odaya iniş yapıyor ve hızla yaşlanan yansıması ile burun buruna geliyor. 



 2001: A Space Odyssey: Dr. Dave Jüpiter semalarına doğru yol alan uzay gemisinde (Alıntı: Getty Images)

Gönül rahatlığı ile Kubrick’in 2001’de, 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’ni ve teknoloji çağını eleştirdiğini söyleyebilirim (Bu noktada 2001’in sanatsal olarak olmasa da, düşünsel olarak Star Trek televizyon dizisinin bazı bölümleri ile bir takım paralellikler gösterdiğini söylemekte fayda var. Eeee aynı yıllar, aynı kaygılar…). Kubrick filmin sonunda, aklı ve mekanizasyonu yücelten bir hümanizm-sonrası felsefesi yerine, mistik arayışı, Apollon’un temsil etmediği alternatif bir aydınlanmayı savunuyor. Dr. Dave bu mistik aydınlanma ve yeniden doğuşa ya da tabiri caiz ise monolitin temsil ettiği yeni medeniyete, ancak ve ancak iyice zıvanadan çıkmış, bütün kontrolü ele geçirmeye çalışan bilgisayar Hal’i devre dışı bıraktıktan sonra ulaşabiliyor ve dünyaya yeniden doğmak üzere geri dönüyor. Kubrick bu noktada, filmin sonunu seyirciye bırakıyor diye düşünüyorum. Bu yeni medeniyet, insan zaaflarının hâkim olduğu bir medeniyet de olabilir, insanlığı birkaç ışık yılı ileriye taşıyacak bir medeniyet de… Zirâ tekrar altını çizmekte ziyan yok, Darwin evrimin hep daha iyiye gideceğini iddia etmiyordu. Bizzat bendeniz de tarihin doğrusal ilerlediğine kâni olmuş değilim. Yine de filmin yapım tarihi olan 1968’in sembolik önemini göz önünde bulundurursak sanırım ben, umut dolu bir sonu tercih edeceğim.



2001: A Space Odyssey: Dr. Dave Hal 9000’i devre dışı bırakmak üzere

Son tahlilde Nietzsche’den biraz bahsetmek istiyorum. Zaten Kubrick de 2001’in pek çok can alıcı sahnesinde Richard Strauss’un Also Sprach Zarathustra parçasını kullanıyor (2001’in müzikleri üzerine bir doktora tezi yazılabilir). Yalın Alpay’ın Varlık dergisinin Ocak 2019 sayısında yer alan Post-Hümanizmin Soykütüğü ve Gelecek Projeksiyonu makalesinde detaylıca tartıştığı üzere, Nietzsche Apollon tarafından temsil edilen 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin tasarladığı insanı bozguna uğratırken, Tragedya’nın Doğuşu’nda “kozmik bir temel güdü olan Dionysos” un evrenin temelini oluşturduğunu iddia ediyordu. Bu bağlamda, akıl-beden ikiliğine karşı çıkan Nietzsche’nin istediği übermensch yani Süpermen ya da üstüninsan, Alpay’ın deyişi ile, “daha güçlü ve rasyonel bir insan değil, daha şövalye ruhlu, hali hazırdaki yoz değerleri yıkan, kendi değerlerini üreten, ideallerini yaşamı pahasına savunan bir kişiydi. Onun üstüninsanı ile diğer insanları ayıran şey,” Alpay devam ediyor, “güç değil, irade farkıydı ve bu irade doğrudan bedenin varlığına gereksinim duyuyordu... Ölümsüz, acısız duygusuz bir arı zihnin, Nietzcshe için bir yaşam formu, hele hele de üstün bir yaşam formu sayılması olanak dışıydı. Aksine bu tam da Nietzshe’nin karşı çıktığı şeydi.” İnsan bedeninden mahrum Hal’in yozlaşması ve hatta Dr. Frank’i öldürerek cinayet işlemesi rastlantı değil. Kubrick tam da burada, arı bir zihnin üstün bir yaşam formu sayılamayacağını (Hatırlayınız ki Hal insan zekâsı ve duyguları ile programlanmıştı. İnsan zaafiyeti her yerde kendini belli ediyor, olacak iş değil!), aksine insanı himâyesi altına alan yeni, yozlaşmış bir efendiyi yoktan var edeceğini vurguluyor. Ancak bu yeni efendi devre dışı bırakıldığında uzay yolu macerası devam edecek, ruhâni yolculuk nihayete erecek, Dr. Dave üstüninsan olarak yeni bir bedende dünyaya gelecektir.



Alıntı: highexistence.com

Açıkcası kafamdaki düşünceleri yazıya dökerken kafam karışmadı desem yalan söylemiş olurum. O nedenle okuyucularımdan af diliyorum. Belki de Dr. Dave’in olası bir paralel evrende iniş yaptığı yer Kripton Gezegeni'dir. Belki de Dr. Dave, Kripton Gezegeni'nden özel bir görev ile dünyaya gönderilen Clark Kent’dir. Belki de Dr. Dave, Süpermen’in ta kendisidir ve onu öldürebilecek tek şey kriptonit taşıdır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar